Bir zamanlar dijital Odyssey'de kişiselleştirmenin Kuzey Yıldızımız olacağına ve bizi daha sezgisel, daha özel bir internete yönlendireceğine inanıyorduk. Ancak bunun peşinde koşarken kendimizi açık bir gökyüzünün altında değil, kendimizden başka hiçbir şeyi yansıtmayan bir aynalar labirentinin içinde buluyoruz.
Baştan çıkarıcı kişiselleştirme çağrısını görmezden gelmek zordur. Algoritmaların kişisel uşak olarak hareket ettiği, ihtiyaçları tahmin ettiği ve istenen içeriği gümüş tepside sunduğu bir dünya olan dijital evreninin kendi zevklerine ve tercihlerine göre uyarlanmasını kim istemez ki? Ancak bu rahatlığın bir bedeli var: izolasyon, alışılmadık şeylere duyarlılık ve benmerkezciliğe doğru artan bir eğilim.
Her biri yalnızca sizin görüntünüzü yansıtan aynalarla dolu bir odada oturduğunuzu hayal edin. Bu oda rahat, konforlu ve özel yapımdır. Ancak günler geceye dönüştükçe yansımalar tekrarlanmaya başlar, oda küçülmeye başlar ve tamamen yalnız olduğunuzu fark edersiniz.
Bu kişiselleştirmenin paradoksudur.
Algoritmalarla oluşturulan dijital odalarımız düşüncelerimizi yansıtıyor, sesimizi yükseltiyor ve duvarlarımızı sevdiğimiz renklerle boyuyor. Ancak bu süreçte farklı bakış açılarının gürültüsünü susturuyor, paylaşılan deneyimlerin canlılığını karartıyor ve insan varoluşunun panoramasını uzağı göremeyen bir otoportreye indirgiyor.
Dijital yankı odalarımızın rahatlığının tadını çıkarırken, onların dışındaki her şeye karşı giderek daha duyarlı hale geliyoruz.
Farklı görüşlere karşı sabrımız azaldıkça empati ve anlayış kapasitemiz de azalıyor. Kişiselleştirilmiş odalarımızın dışındaki dünya, yıpratıcı, çatışmacı, hatta tehditkar gelmeye başlıyor. Trend burada bitmiyor, dijital spot ışığı yalnızca üzerimize parlıyor, ego sahneyi doldurmak için şişiyor.
Başkalarına yönelik endişeler gölgede kalır ve bilinçaltında "ben"e odaklanma merkezde yer alır. Dijital asistanlarımız her isteğimize ve ihtiyacımıza yaltaklanırken, fedakar olmaktan çok narsist bir nesil yetiştirebilir miyiz?
Bu endişelerin ortasında bir soru ortaya çıkıyor: Bize vaat edilen kişiselleştirilmiş cennet bir illüzyondan başka bir şey olamaz mı? Bu potansiyel serapta yol alırken, bireysel düşüncelerimizin rahatlığı, gerçek, köklü bağlantılara duyulan köklü özlemle çatışmaya başlar. Kişiselleştirmeden kişisel gelişime geçişi düşünebilir miyiz? Algoritmalarımızı incelediğimizde sadece yankı odası olarak mı hizmet verdiklerini, yoksa dünyaya açılan pencere görevi görebileceklerini mi düşünüyorsunuz? Yeni bakış açıları, alışılmadık kültürler ve insani duyguların zengin yelpazesiyle uğraşmamıza meydan okuyarak konfor alanlarımızın ötesine geçmemize yardım etmelerini mi talep etmeliyiz?
Dijital pusulalarımıza ince ayar yaparken aradığımız denge nedir? Rahatlık ile merak arasında, iç gözlem ile empati arasında, "Ben"in yalnız yankısı ile "Biz"in uyumlu senfonisi arasında bir denge durumu mudur? İnsan varoluşunun güzelliği paylaşılan deneyimlerde, farklı fikir paletlerinde ve sayısız sesin birleşik melodisinde yatıyorsa, kişisel sınırlarımız içinde onu gözden kaçırıyor muyuz?
Dijital aynalarımıza baktığımızda yalnız yansımamız yeterli mi?
Yoksa dünyayı tüm görkemiyle, rengiyle ve karmaşıklığıyla bize yansıyan haliyle görmeye mi çalışmalıyız? Belki de teknolojinin gerçek gücü bizi bireysel aynalı odalara hapsetmek değil, kolektif kimliğimizi kutlayan ve destekleyen bir alan olan ortak bir dijital agorada birleştirmesidir.